Carl Jung bu rüyadan sonra mandala çizmeyi ve boyamayı bıraktı.
- Hervé M. Abajoli
- 29 Oca
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 18 Şub
Carl Jung: Bu Rüyadan Sonra Mandala Çizmeyi ve Boyamayı Bıraktım.

Carl Jung Bu Rüyadan Sonra Mandala Çizmeyi ve Boyamayı Bıraktı.
Birkaç yıl sonra (1927’de), merkez ve benliğe dair fikirlerimin doğruluğunu bir rüya aracılığıyla teyit ettim. Bu rüyanın özünü “Ebediyet Penceresi” adını verdiğim bir mandala ile somutlaştırdım. Bu resim Altın Çiçeğin Sırrı adlı eserde yer almaktadır.
Bir yıl sonra, yine bir mandala olan ve merkezinde altın bir kalenin bulunduğu ikinci bir resim yaptım. Resim tamamlandıktan sonra kendi kendime “Bu neden bu kadar Çin çağrıştırıyor ki?” diye sordum. Form ve renk seçimleri beni etkilemişti; bana çok “Çinli” bir şeymiş gibi görünüyordu, oysa dışarıdan bakıldığında belirgin şekilde Çin’e ait hiçbir şey yoktu. Yine de üzerimde bıraktığı etki buydu.
Kısa bir süre sonra Richard Wilhelm’den bir mektup aldım ve mektubun ekinde Altın Çiçeğin Sırrı adlı bir Taoist- simyasal risalenin el yazması vardı. Wilhelm, bu metin üzerine bir yorum yazmamı rica ediyordu.
El yazmasını büyük bir iştahla okudum, çünkü bu metin, mandala ve merkezin çevresinde dolanma (circumambulatio) kavramlarıyla ilgili düşüncelerime hayal edemeyeceğim bir doğrulama sağlıyordu. Bu, benim için izolasyonumu kıran ilk olay oldu.Bir yakınlık hissetmeye başladım; bir şeyle ve biriyle bağlantı kurabileceğimi gördüm. Bu tesadüfün, yani bu “eşzamanlılığın” (senkronisite) anısına, bana Çinli bir şey gibi görünen o resmin altına şu notu düştüm:
“1928’de bu resmi, altın renkli ve sağlam surlarla çevrili bir kale olarak resmederken, Richard Wilhelm Frankfurt’tan bana bin yıllık bir Çin metni olan ‘sarı kale’ üzerine yazılmış metni gönderdi; bu metin, ölümsüz bedenin özünü içeriyordu.”
Daha önce sözünü ettiğim rüya şuydu:
Kendimi kirli, isli bir şehirde buldum. Geceydi, kıştı, karanlıktı ve yağmur yağıyordu. Liverpool’daydım. Yanımda yarım düzine kadar İsviçreli ile birlikte karanlık sokaklarda yürüyorduk. Sanki limandan geliyorduk ve asıl şehrin yukarıda, kayalıkların üzerinde yer aldığı hissine kapıldım. Oraya tırmandık. Manzara bana Basel’i hatırlattı: Pazar yeri aşağıdadır, oradan Totengässchen (Ölüler Sokağı) boyunca yukarı çıkar ve bir plato üzerinden Petersplatz ve Peterskirche’ye ulaşırsınız. Platoya vardığımızda, birçok sokağın birleştiği, sokak lambalarıyla loş bir şekilde aydınlatılmış geniş bir meydan bulduk. Şehrin farklı bölgeleri, bu meydanın çevresine radyal bir düzen içinde yayılmıştı. Meydanın ortasında yuvarlak bir havuz vardı ve havuzun tam ortasında küçük bir ada bulunuyordu. Çevremizde her şey yağmur, sis, duman ve soluk ışıkların içinde belirsizleşmişken, küçük ada güneş ışığıyla aydınlanıyordu. Adanın üzerinde yalnızca tek bir ağaç, kızılımsı çiçeklerle bezeli bir manolya duruyordu. Sanki ağaç hem güneş ışığıyla yıkanıyordu hem de ışığın bizzat kaynağıydı. Yanımdakiler, havanın ne kadar berbat olduğundan söz ettiler ve belli ki ağacı fark etmemişlerdi. Liverpool’da yaşayan başka bir İsviçreliden bahsediyor ve onun burada yaşamayı seçmesine şaşırıyorlardı. Ben ise çiçek açmış ağacın ve güneşle yıkanan adanın güzelliği karşısında büyülenmiş ve içimden “Onun neden burada yaşamayı seçtiğini çok iyi biliyorum.” diye düşünmüştüm.
Sonra uyandım.
Bu rüyayla ilgili eklemek istediğim bir ayrıntı daha var: Şehrin farklı bölgeleri, merkezi bir noktanın etrafında radyal olarak düzenlenmişti. Bu merkezi nokta, daha büyük bir sokak lambasıyla aydınlatılmış küçük bir meydanı oluşturuyordu ve adanın küçük bir kopyası gibiydi. Biliyordum ki, o “diğer İsviçreli” bu ikincil merkezlerden birinin yakınında yaşıyordu. Bu rüya, o dönemdeki durumumu temsil ediyordu. Hâlâ gri-sarı renkte, yağmurun ıslattığı, parlayan yağmurlukları görebiliyorum. Her şey son derece nahoş, karanlık ve opak görünüyordu – tam o sırada içinde bulunduğum ruh hali gibi. Ama yine de doğaüstü bir güzelliğin vizyonunu görmüştüm ve bu yüzden yaşamaya devam edebildim.
Liverpool, “yaşam havuzu” (pool of life) anlamına gelir. Eski bir inanışa göre “karaciğer” (liver), yaşamın merkezidir, yani “yaşatan” organdır.
Bu rüya bana bir tamamlanmışlık duygusu getirdi. Burada bana nihai hedefin gösterildiğini gördüm. Merkezin (Self – Benlik) ötesine gidilemez. Merkez hedeftir ve her şey bu merkeze yönelmiştir.
Bu rüya aracılığıyla, Benlik’in yönelim ve anlamın ilkesini ve arketipini oluşturduğunu anladım. İşte, şifa verici işlevi de burada yatmaktaydı. Benim için bu içgörü, merkeze ve dolayısıyla hedefe bir yaklaşımı temsil ediyordu. Bundan, kişisel mitimin ilk ipuçları ortaya çıktı.
Bu rüyadan sonra mandala çizmeyi ve boyamayı bıraktım.
Çünkü bu rüya, bilinç gelişim sürecimin doruk noktasını betimliyordu. Beni tam anlamıyla tatmin etmişti, çünkü bana içinde bulunduğum durumu bütünüyle sunan bir imge vermişti. Önemli bir şeyle meşgul olduğumu biliyordum, ancak henüz tam bir anlayışa sahip değildim ve çevremde bunu anlayabilecek kimse de yoktu. Bu rüyanın sağladığı açıklık, varlığımı dolduran şeylere objektif bir bakış açısıyla yaklaşmamı mümkün kıldı. Böyle bir vizyon olmasaydı, muhtemelen yönümü kaybeder ve girişimimi terk etmek zorunda kalabilirdim. Ama burada anlam bana açıkça gösterilmişti.
Freud’dan ayrıldığımda bilinmeyene doğru adım attığımı biliyordum. Freud’un ötesinde hiçbir şey bilmiyordum, ama yine de karanlığa doğru o adımı atmıştım. Böyle bir durumda, ardından böyle bir rüya geldiğinde, bunu bir lütuf eylemi olarak hisseder insan. Neredeyse kırk beş yıl boyunca, o dönemde deneyimlediğim ve yazıya döktüğüm şeyleri bilimsel çalışmalarımın potasında damıttım. Gençken hedefim, bilime katkıda bulunmaktı. Ama sonra lav gibi akan bir şeyle karşılaştım ve bu ateşin sıcaklığı hayatımı yeniden şekillendirdi. Bu, üzerinde çalışmaya mecbur olduğum bir prima materia (ilk madde) idi ve eserlerim, bu akkor halindeki maddeyi çağdaş dünya görüşüne dahil etmeye yönelik az çok başarılı çabalardır. İçsel imgelerimin peşinden gittiğim yıllar, hayatımın en önemli dönemiydi – çünkü her şey o zaman kararlaştırıldı. Her şey o zaman başladı; sonrasında gelenler, yalnızca Bilinçdışı’ndan fışkıran ve başlangıçta beni boğan malzemenin ekleri ve açıklamalarıydı.
Bu, ömür boyu sürecek bir çalışmanın prima materiasıydı.
— Carl Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, Sayfalar 197-200
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments