Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Simyanın Erken Gelişimi

Güncelleme tarihi: 21 Mar


Simyanın Erken Gelişimi

Simyanın Erken Gelişimi

Modern Psikoloji: C. G. Jung’un ETH Zürih’teki Dersleri, 1933-1941


Ders V – 6 Aralık 1940


Son derste size, sözde Demokritos tarafından yazılan eski bir Yunan metni olan Physika kai Mystika’nın başlangıcını okumuştum.


Bu, size böyle metinlerin dış görünümü hakkında bir fikir vermiş olmalı.


Demokritos, muhtemelen altın yapmak için bir kimyasal tarifle başlar, ancak somut sonuç başarısız olur.


Bunun üzerine, anlatıldığına göre, Demokritos, üstadı olan efsanevi Ostanes’in geride bıraktığı kitapları araştırmaya koyulur.


Bu isim Farsçadır ve Büyük İskender’in zamanlarında gerçekten böyle biri yaşamış olabilir; hatta belki de aynı kişidir. Çünkü Demokritos’un eseri birinci yüzyıla tarihlendirilse de, muhtemelen Hristiyanlık öncesi yüzyıllara ait birçok materyali içinde barındırmaktadır.


Bu erken dönem metinleri, gelişmiş ürünlerdir ve belirli bir düşünce çizgisini yansıtır; bu düşünce çizgisinin uzun bir süre boyunca var olması gerekir.


Demokritos’un sırrı aydınlatmak için bulduğu öğreti, ünlü şu ifadedir:


"Doğa doğada haz bulur, doğa doğayı fetheder ve doğa doğaya hükmeder."


Bu ifade, on sekizinci yüzyıla kadar sürekli olarak simya metinlerinde alıntılanmıştır, çünkü sürecin anlamı açısından son derece karakteristiktir.


Aynı zamanda, her çağda simyanın eleştirmenleri tarafından da alıntılanmış ve simyacıların bilim dışı, kafa karışıklığı içindeki insanlar olduklarını kanıtlamak için kullanılmıştır.


İlk bakışta gerçekten de garip gelebilir, ancak simya da garip şeylerden oluşur ve başta saçma görünse de, dikkatli bir düşünce sürecinden sonra aslında içinde bir anlam olduğu fark edilir.


Bu cümleyi ayrıntılı olarak anlamaya çalışacağız.


"Doğa" kavramı, antik çağda da günümüzde olduğu gibi aynı anlama sahipti: doğanın bütünü.


Bu ifadenin farklı versiyonları vardır ve çoğu zaman çoğul hali kullanılır: "Doğalar, doğalarda sevinç bulur." vb.


Buradaki "doğalar", doğa varlıklarına atıfta bulunur; kimyasal elementler ve madde de dahil olmak üzere her şeyi kapsar.


Çünkü antik ve hatta ortaçağ insanının elementlerin gerçek yapısı hakkında bir bilgisi yoktu.


"Doğa doğada haz bulur."


Daha sonraki bazı Latince metinlerde bu ifade, "kucaklar" veya hatta "yutar" şeklinde genişletilmiştir.


Doğa, kendi kendine haz verir ya da kendisini aşkın bir ifadeyle tüketir.


Bu durumda doğa, bölünmez bir varlık olarak temsil edilir; kendi kuyruğunu ısıran ve kendisini kuyruğundan itibaren yiyen bir ejderha ya da yılan olarak.


Bu, ünlü Ouroboros’tur.


Bu sembolü her yerde görebilirsiniz: Kendi üzerine kapanan, tamamlanmış bir çember oluşturan yılan ya da ejderha.


Hiyeroglifleri açıklamaya çalışırken, Horapollon bunu sonsuzluk veya evrenin, doğanın bütünlüğünün bir sembolü olarak yorumlar.


Buradaki "sevinmek" ya da "kucaklamak", doğanın kendisiyle iç içe geçmesini ifade eder; her şey birbirine bağlıdır ve tüm unsurlar birbirine örülüdür.


Şimdi şu ifadeye geliyoruz: "Doğa doğayı fetheder."


Latince metinlerde "vincit" ya da "superat" olarak geçen bu ifade, doğanın yalnızca durağan bir yapı olmadığını, bir süreç olduğunu gösterir.


Bu süreç, iki uçtan oluşur: bir baş ve bir kuyruk veya bir sol ve bir sağ.


Birbiriyle mücadele eden ya da birbirini alt eden karşıtlar mevcuttur.


Biri yukarıdayken diğeri aşağıdadır ve bu durum sürekli değişir.


Bu düşünce, Çin doğa felsefesinde de mevcuttur; Yang ve Yin ilkeleri olarak.


Yang, erkeksi, sıcak, kuru, güneşle ilişkili, gündüze ait, dağın güney yüzüne denk gelen, ejderhaya ait ilkedir.

Yin, dişil, serin, nemli, karanlık, geceye ait, dağın kuzey yüzüne denk gelen, kaplana ait ilkedir.

Bu iki ilke, doğanın özünü oluşturur.


Karşıtlıklar her enerji sürecinde zorunlu olarak mevcuttur; çünkü potansiyel olmadan enerji var olamaz.


Yüksek ve alçak, sıcak ve soğuk gibi ikili karşıtlıklar olmadıkça hiçbir olgu meydana gelemez.


Yang ve Yin ilkeleri sürekli hareket halindedir; birbirlerini yutar, birbirlerine nüfuz eder, azalır ve artarlar.


Birisi üstünlük kazandığında, diğeri harekete geçer.


Bu fikrin en önemli yönü, ampirik bir gerçek olmaktan çok psikolojik bir varsayımdır.


İnsanın kendi içinde bu karşıtlıkların mevcut olduğunu doğrudan gözlemleyebilmesi sayesinde ortaya çıkan sezgisel bir algıdır.


Kişi şunu bilir: Eğer bir karşıt güç hâkim durumda ve her şeyi gölgeliyorsa, kısa süre içinde düşecek ve bastırılan diğer güç ön plana çıkacaktır.


Bu, yalnızca bireyin kaderinde değil, ulusların kaderinde de gerçekleşir.


Doğa, tanınamaz bir karşıtlıklar karışımıdır; biri diğerini yutar ya da ona hükmeder ve sonra süreç tersine döner.


Bu cümle, doğanın insan müdahalesi olmadan var olduğunu ve süreçlerini kendi başına yönetebildiğini ifade eder.


Doğa, kendi içinde her dönüşümü gerçekleştirme gücüne sahiptir; derinliklerden zirvelere, zirvelerden tekrar derinliklere hareket edebilir.


Bu ifade, simyasal düşüncenin temel bir ilkesini temsil eder ve bu nedenle simyacılar tarafından yapılan tüm meditasyonlara mükemmel şekilde uyum sağlar.


Aynı zamanda, Çin felsefesiyle de paralellik gösterir.


Taoist meditasyon, esas olarak Yang ve Yin’in ilginç dönüşümleri ile ilgilidir.


Bu konudaki temel eser, I Ching (Değişimler Kitabı)’dır; burada bu süreçler, 64 heksagram (altı çizgili sembol) biçiminde temsil edilir.


Yang ve Yin’in etkileşimi, Taoist felsefede belirleyici bir rol oynar ve Çin simyası da bu felsefeye aittir.


Batı simyasının aslen Çin’den ilham aldığı iddia edilmiştir, ancak bunu kanıtlamak başka bir meseledir.


Bu felsefe Avrupa’ya hangi yollarla ulaştı?


Örneğin ejderhanın Çin’den ithal edilmesine gerek yoktu, çünkü Avrupa’da en eski zamanlardan beri ejderha mitleri mevcuttu.


Ve bildiğimiz kadarıyla, simyasal felsefe Doğu ve Batı’da neredeyse eşzamanlı olarak gelişmiştir.


En eski Yunan simya metinleri M.S. birinci yüzyıla, en eski bilinen Çin metni olan Wei Poyang’ın eseri ise M.S. 142 yılına aittir.


Ancak, hem Çin hem de Yunan literatüründe, daha önceki simyacılardan alıntılar ve izler bulunur.


Yunan metinlerinde bu izleri M.Ö. dördüncü yüzyıla, yani Ostanes’in muhtemel dönemine kadar takip edebiliriz.


Demokritos, metnin sonunda bu eseri Mısır’a götürdüğünü ve oradaki ustaların, sıradan şeylere ve kaotik maddeye duydukları ilgiyi aşmalarını sağlamayı amaçladığını belirtir.


Mısırlı Sophe'nin Gerçek Kitabı, İbranilerin İlahi Efendisi ve "Sabaoth Güçleri" Üzerine


Sabaoth Güçleri, melekî güçlerdir.


Bu risale, bu güçlerle, Sophe'nin Kitabı ile ve İbranilerin ilahi efendisi ile ilgilidir.


Bu sonuncusu, görünüşe göre Yehova, yani Yahudi Tanrısından başka biri olamaz.


Yine de bu konuda tamamen emin olunamaz, çünkü M.S. üçüncü yüzyılda görüşlerin, inançların, dinlerin ve felsefelerin öylesine korkunç bir karmaşası vardı ki, hiçbir şeyden kesin olarak emin olmak mümkün değildi.


Risale şu şekilde başlar:


*"İki bilim ve iki bilgelik vardır: biri Mısırlıların, diğeri İbranilerindir ve ikincisi ilahi adalet tarafından onaylanmıştır. En üstün olanın bilimi ve bilgeliği, her ikisini de yönetir.


Her ikisi de eski çağlarda ortaya çıkmıştır. Onların kökeni bir krala bağlı değildir, özerktir ve maddesel değildir; maddesel ve yozlaşabilir bedenlerle ilgilenmez, yabancı etkilere boyun eğmeden, dua ve ilahi lütuf desteğiyle işler."*


Bu pasaj, simya sanatına bir tür giriş niteliğindedir.


Özellikle, bu bilgeliğin maddesel ve yozlaşabilir bedenlerle hiçbir ilgisinin olmadığına dair ifadeye dikkatinizi çekmek isterim.


Simyanın görevi, açıkça kimyasal maddeyi, yozlaşabilir bedenleri, çürümeyen bedenlere dönüştürmektir.


Ancak burada açıkça bunun böyle olmadığı belirtilmektedir; aksine, tamamen manevi bir süreç söz konusudur ve bu süreç, dua ve ilahi lütufla desteklenmelidir.


Bu son ifade, simya boyunca, hatta geç Orta Çağlara kadar sürekli tekrarlanan bir formüldür.


Sanatın tamamlanamayacağı, ancak ilahi lütuf müdahale ederse başarıya ulaşacağı sürekli vurgulanmıştır.


Adeta bir mucize gerçekleşmelidir.


Metin şu şekilde devam eder:


"Kimyanın sembolü, yaratılıştan türetilmiştir ve simyanın üstatları tarafından, elementler içinde hapsolmuş ilahi ruhu arındırıp kurtarmak ve ilahi ruhu bedensel karışımdan özgürleştirmek için kullanılır."


Burada simyasal doktrinin özünü tek bir cümlede görüyorsunuz.


Burada "sembol" kelimesi, gerçek anlamda bir sembol olarak değil, bir fikir olarak kullanılmaktadır.


Kimyanın fikri, onun temel kavramı, burada yaratılıştan türetildiği şeklinde ifade edilmektedir.


Yaratılış, Genesis’te anlatıldığı gibi, kimyasal süreçte bir anlamda taklit edilmelidir.


Bu fikri diğer metinlerde de buluruz; ancak her zaman Genesis’teki yaratılış hikâyesine atıfta bulunulmaz, bazen dünyayı tanrılar ya da doğa tarafından yaratıldığı fikri temel alınır.


Simyacılar, yaratılış sürecini taklit ederler; çünkü yaratıcılarının ilk niyetlerine ulaşarak, doğayı dönüştürmenin ve yüceltmenin bir yolunu bulmayı amaçlarlar.


Zosimos, burada ilahi sanatla neyin başarılması gerektiğini tam olarak açıklamaktadır:


"Anima mundi", yani evrensel ruh ve ilahi ruh, madde içinde hapsolmuştur ve bu hapishaneden kurtarılmalıdır.


Burada, fiziksel madde ile çalışan bu insanların gerçekte neler yaşadığını görebiliyorsunuz.


Bugün kimyasal madde hakkında bildiğimiz her şey, onlar için bilinçsiz bir bilgiydi; bu yüzden onlar için büyük bir gizemdi ve tamamen büyülenmişlerdi.


Ve bu maddelerin içinde ilahi bir ruhun uykuda yattığını varsaydılar.


Bu fikir, bir Gnostik mitinden kaynaklanmaktadır: Demiurgos’un, yaratıcı nefesi aracılığıyla kendisini maddede ortaya koyması.


İnsan Pneuma ile dolduğu gibi, madde de ilahi öz ile doludur.


Yaratılış, adeta ilahi varlığı zor bir duruma sokmuştur; çünkü tanrı maddeye hapsolmuş, ona bağlanmış ve bu esaretten acı çekmektedir.


Bu yüzden serbest bırakılmalıdır.


Bu da, simyacının neden işine bu kadar büyük bir tutkuyla bağlı olduğunu açıklamaktadır.


O, adeta bir kurtarıcı rolündedir.


Maddede bir kurtuluş işi üstlenmiştir; en azından tanrının bir parçasını hapishanesinden özgür bırakmaktadır.


Diğer dinlerin çoğunda, özellikle Hristiyanlıkta, bu süreç tersine işler.


Ruhlarımız bedenlerimize hapsolmuştur ve bizler etin hapishanesinde acı çekeriz.


Bu nedenle bir Kurtarıcı gökyüzünden inmiş ve ölümsüz ruhlarımızı bu acınası durumdan kurtarmıştır.


Ancak simyacılar bu süreci tersine çevirirler:


Onlar, maddenin kurtarıcılarıdır; tanrıyı bağlı olduğu durumdan kurtarmak ve onu orijinal mükemmelliğine ve çürümez durumuna geri döndürmek insanın anlamlı, metafiziksel görevidir.


Bu, çok önemli bir düşüncedir ancak bir projeksiyondur.


Aslında, maddede gerçekten böyle bir şey bulunmaz.


Bir parça pirit (sülfürlü mineral) baktığınızda, içinde böyle bir şey göremezsiniz.


Simyacılar, maddenin bilinmeyen karanlık boşluğuna baktılar ve sonunda kendi bilinçdışı psişik arka planlarını onda gördüler.


Bu, insanın bilinmeyen bir şey gördüğünde her zaman gerçekleşen bir durumdur: Sonunda kendi bilinçdışını görür.


Simyacının psişik durumu, ona madde içinde ilahi varlık olarak görünmüştü.


Ancak bu varlığı maddede gördüğü için, onu özgürleştirmek adına maddede çalıştı.


Ve böylece – yalnızca projeksiyon ve sembolik bir anlamda – aslında kendinde gerçekleştirmesi gereken şeyi yaptı.


Eski simyacıların bunu bilmediğini varsayabiliriz, ancak bazı metinlerde, yazarın o kadar da saf olmadığını görebiliriz.


Bazı simyacılar, projeksiyonun karakterini fark etmiş ve bu çalışmanın aslında kendi içlerinde gerçekleştiğinin bilincinde olmuşlardır.


Bunu Zosimos’ta da göreceksiniz.


Metin şu şekilde devam eder:


"Güneş, adeta ateşin çiçeğidir ve aynı zamanda göksel güneştir, dünyanın sağ gözüdür. Aynı şekilde, bakır da çiçek açtığında – yani arıtma yoluyla altın rengine büründüğünde – bir yeryüzü güneşi olur; tıpkı güneşin gökyüzünün kralı olduğu gibi, o da yeryüzünün kralıdır."


Burada, güneş ile kimyasal süreçte ortaya çıkan ateş çiçeği arasında analojik bağlantılar kurulmaktadır.


Bu, altın çiçeğidir.


Çin’de, Altın Çiçeğin Sırrı gibi eserlerde tamamen aynı fikri buluruz.


Altın çiçek, ateş içinde belirir; yani ateşte yok olmak yerine korunur ve çiçek açar.


Güneş ve altın ortak bir işarete sahiptir:


Orta Çağ insanı, güneşin altından yapıldığını ve altının karanlıkta ışık saçtığını varsaymıştır.


Hiç kimse gerçekten altının karanlıkta ışık verip vermediğini test etmeyi düşünmemiş, sadece öyle olduğu kabul edilmiştir.


Güneş, dünyanın sağ gözü olarak Horus’un gözü kavramından türemiştir.


Ve güneş nasıl gökyüzünün kralıysa, bakır da altın rengine dönüştüğünde yeryüzünün kralı olur.


Latince metinlerde, bu altına "deus terrestris" yani "yeryüzünün tanrısı" bile denmiştir.


Çünkü bildiğiniz gibi, simyanın üretmeye çalıştığı bu altın, sıradan altın değil, felsefi altındır, son derece gizemli bir şeydir.


Ona "bin isim" verilmiştir.


Bibliothèque Nationale’de (Paris) yalnızca isimlerden oluşan bir kitap bulunmaktadır, çünkü bu şey öylesine gizemlidir ki, açıkça tanımlanamaz ve bu da sayısız isim verilmesini açıklamaktadır.


Üretilmesi gereken şey aslında tanımlanamaz bir şeydir, ancak yine de örneğin altından bahsetmek mümkündür.


Çünkü psikolojik bir mucize olarak, ruhun en karanlık yerinde en parlak şey ortaya çıkar; tıpkı altının, yerin en karanlık derinliklerinde bulunması gibi.


Metin şu şekilde devam eder:


"Güneşin gerçek rengini veren mükemmel renk özleri (tinctures) şunlardır: Demokritos'un ve monadın verdiği ‘İskit comaris’i (komaros = çilek ağacı), Isis’inki gibi mükemmel (bir renk özü), Heron tarafından bilinir hale getirilmiştir; bu, güneşin mükemmelliğidir."


Bu oldukça şifreli pasaj, Zosimos’un, güneşin özelliğini değersiz maddeye kazandıracak renk özlerini (tincture) tanımlamayı amaçladığını göstermektedir.


Monad, birliktir, genellikle to hen (Bir olan) olarak ifade edilir.


Bu monad, İskit comaris’ini iletir.


Bu, antik simyada oldukça tuhaf bir kavramdır.


Bu theion (ilahi) ve arsenicon (erkek) kavramlarını bir araya getiren bir şeydir; yani ilahi ve erkek birleşerek monad’ı oluşturur.


Ancak theion, aynı zamanda kükürt anlamına da gelir.


Dolayısıyla comaris, kükürt ve arseniktir.


Fakat o dönemde arsenik bilinmiyordu; bu terim daha sonraki dönemlerde kimyasal bir maddeyi ifade etmek için kullanılmıştır.


Antik çağda arsenik dediklerinde, erkeklikten bahsediyorlardı ve bununla tam olarak neyi kastettiklerini bugün tam olarak bilemiyoruz.


Dahası, comaris kelimesi Yunanca bir kökenden değil, Süryanice komar kökünden türetilmiştir ve rahip anlamına gelir.


Comarius adında, Başrahip unvanına sahip birinin yazdığı bir risale bulunmaktadır; bu kişi, metnin ya yazarıdır ya da ana figürüdür.


Dolayısıyla metnimizdeki comaris’in de mistik bir monad olduğu sonucuna varabiliriz.


Bir tarafta Demokritos’un reçetesi, diğer tarafta Monad, yani ilahi ve erkek ilke vardır.


Renk özleri (tinctures), nüfuz etme (penetrasyon) özelliğine sahiptir ve simyacılar, kurşun, gümüş, bakır, demir vb. metalleri tamamen boyayacak bir renk özü (tincture) bulmaya çalışmışlardır.


Çünkü altının en temel özelliğinin renginden kaynaklandığını varsaymışlardır.


Bu yüzden, tinctura auri (altın renk özü) ve dönüşüm süreci, bazen bir boyama süreci olarak da adlandırılmıştır.


Ve boyama tekniklerine ait birçok terim kullanılmıştır:


Daldırma (bapheion),

Renklendirme maddesi,

Vaftiz suyu gibi kavramlar da geçmektedir.

Bu, vaftiz edilerek dönüştürülme veya renk değiştirme sürecini ifade eder.


Risale, daha sonra bir dizi kimyasal reçete ile devam eder ve burada son derece garip bir durumla karşılaşırız:


Mistisizmle başlayan bu metin, anlamsız tariflerle sona erer ve bunları yorumlamak neredeyse imkânsızdır.


Bu inanılmaz derecede kafa karıştırıcıdır ve Zosimos’un başka bir risalesinde durum daha da kötüdür.


Bu risalenin başlığı şudur:


"Aygıtlar ve Fırınlar Üzerine"


Simya fırınları, eski çağlarda günümüzde olduğundan çok daha önemli bir rol oynamıştır.


Bugün sürekli ve güvenilir ısıtma yöntemleri geliştirmiş olsak da, o dönemde yalnızca odun kullanılıyordu ve odun güvenilir bir ısı kaynağı değildi.


Bu nedenle simyacı, fırınıyla büyük bir ilgiyle ilgilenir ve çoğu zaman başarısızlıklarının sebebi olarak ateşin sıcaklığını suçlardı.


Başlık şu şekilde devam eder:


"Omega Harfi Üzerine Yorumlar"


Bu Ω harfi, bir baş ve boyun gibidir; stoicheion yani harf veya element anlamına gelir.


Omega elementi, Yunan alfabesinin son harfidir ve Satürn’ün bölgesine aittir.


Ancak bu, "bedensel varlıkların dili"nda böyledir; yani bedensel varlıklar (insanlar gibi maddi varlıklar) açısından bu şekilde anlaşılır.


Ancak "bedensiz varlıkların dili"nda (ruhlar veya hayaletler gibi) farklı bir anlamı vardır ve bu anlam açıklanamaz.


Sadece Nikotheos, gizli olan, onu bilir.


Bedensiz varlıklar muhtemelen ruhlar, hayaletler veya maddi olmayan varlıklar ve şeylerdir.


Omega elementi, maddi varlıklar açısından Satürn’ü ve kurşunu ifade eder.


Ancak bedensiz varlıklar açısından, tamamen farklı ve anlatılamaz bir şeydir.


Sadece Nikotheos bunun ne olduğunu bilir ve Zosimos başka bir bölümde Nikotheos’u "bulunamayan kişi" olarak tanımlar.


Nikotheos’u başka kaynaklardan da biliyoruz.


Porphyrius, Plotinus’un Hayatı adlı eserinde Nikotheos’tan Plotinus’un rakibi olarak bahseder.


Bundan, Nikotheos’un bir Gnostik tarikatın kurucusu olduğunu ve "Apokalypseis" (Vahiyler) adlı bir kitap bıraktığını öğreniyoruz.


Bu referans, M.S. 244 yılına aittir, yani Zosimos ile aynı döneme denk gelir.


Nikotheos’un adı, Oxford’daki Kıpti Brucianus Kodeksi’nde de geçmektedir ve burada göğe yükseltilmişlerden biri olarak tanımlanır.


Orada, cennete dair bazı şeylerin "bedensel bir dil ile ifade edilemeyeceği" söylenir.


Bu, Omega elementinin, maddesel varlıklar açısından kurşun olduğu, ancak bedensiz varlıklar açısından anlatılamaz bir şey olduğu fikriyle tam olarak aynıdır.


Maddede insan diliyle ifade edilemeyecek bir şey olduğu açıkça belirtilmektedir.


Bu, metafiziksel şeylerle bağlantılı olan büyük bir gizemi ifade etmektedir.


Yani, burada yeni bir projeksiyon söz konusudur:


İfade edemediğimiz, kavrayamadığımız veya bilemediğimiz şey doğal olarak bilinçdışıdır.


Bu fikri bilimsel olarak kanıtlayabileceğimiz başka bir kaynak yoktur.


Zosimos şu şekilde devam eder:


"Bedensel varlıkların dilinde, bu element 'okyanus' olarak adlandırılır, tüm tanrıların kaynağı ve tohumu olan şeydir."


Tüm maddesel dünya, bu karanlık, bilinmeyen elementten türemiştir ve bu kurşun içinde gizlenmiştir.


Ve bu, bedensel dilde "okyanus", yani başlangıç noktası olarak adlandırılır.


Bu kavramı Çin’de de buluruz.


Altın Çiçeğin Sırrı’nda, bu Omega elementi, "tohum keseciği" veya "bilincin ve yaşamın yaratıldığı sunak" olarak tanımlanır.


Gördüğünüz gibi, bu terimler, bu tuhaf sürecin karakteristik özellikleridir.

~ Carl Jung, Modern Psychology, Sayfa 42-48.




Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 



Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page