Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Herkesin Taşıdığı 'Gölge’


Herkesin Taşıdığı 'Gölge’

‘Gölge’ Herkes Tarafından Taşınır,

Jung’un Sözü The New York Times’a özel - 22 Ekim 1937


New Haven, 22 Ekim–Zürih’te Analitik Psikoloji Profesörü olan Dr. Carl G. Jung, bugün Yale Üniversitesi’ndeki yıllık Terry konferanslarının üçüncü ve sonuncusunda, bilinçdışı zihinde özgün bir dinsel işlev bulunduğunu ve bunun belirtilerinin 2.000 yıldan uzun süredir aynı kalıbı izlediğini söyledi.


Dr. Jung, insanın toplumsal açıdan zararlı eğilimleriyle mücadelesini, bilinçli bir ahlaki seçim olan “bastırma” (suppression) ya da yarım yamalak bir “kendi hâline bırakma” (repression) şeklinde canlı biçimde anlattı.


“Bir azizle yaşamak,” dedi, “daha az ahlaki açıdan yetenekli bireylerde bir aşağılık kompleksine ya da hatta çılgınca ahlaksızlık patlamalarına yol açabilir. Ahlak, kök salmadığı bir sisteme zorlama yoluyla aktarılmaz; onu mahvedebilirsiniz ama yerleştiremezsiniz.


“Ne yazık ki, insanın kendini sandığından ya da olmak istediğinden daha az iyi olduğu gerçeği konusunda hiçbir kuşku yoktur. Herkes bir gölge taşır ve bu gölge, bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az vücut bulursa o kadar kara ve yoğun olur. Eğer bir aşağılık bilinçliyse, onu düzeltme şansı her zaman vardır.


Ayrıca, diğer ilgi alanlarıyla sürekli temas hâlinde olduğundan, devamlı olarak değişikliklere uğrar. Fakat bastırılır ve bilinçten yalıtılırsa hiç düzelmez. Üstelik, kişinin dikkatsiz olduğu bir anda aniden patlak vermeye de müsaittir. Her halükârda, en yeni girişimleri tıkayan bilinçdışı bir engel hâlini alır.


“Geçmişimizi yanımızda taşırız, yani ilkel ve aşağı düzeydeki insanı arzularıyla ve duygularıyla birlikte; bu yükten kendimizi kurtarmak için ciddi bir çaba gerekir. Eğer iş bir nevroza varırsa, her zaman fazlasıyla güçlenmiş bir gölgeyle uğraşırız. Böyle bir vakanın iyileşmesi isteniyorsa, insanın bilinçli kişiliğiyle gölgesinin bir arada yaşayacağı bir yol bulmak gerekir.


“Bu, ister kendisi bu zor durumda olanlar, ister başkalarına yaşamda yardımcı olmak zorunda olanlar için çok ciddi bir sorundur. Gölgeyi salt bastırma, baş ağrısına karşı kafayı kesmek kadar işe yaramayan bir çözümdür. Bir insanın ahlakını yok etmek de işe yaramaz, çünkü bu onun daha iyi olan özünü ortadan kaldırır; o olmazsa gölgenin bile bir anlamı kalmaz.


“Bu karşıtların uzlaştırılması büyük bir sorundur. Ataların daha güçlü zihniyeti, modern bakış açısından son derece incelikli ve pratik açıdan çok önemli olan bu hassas tartışmanın değerini kavrayamamış olması doğaldır. Aynı zamanda tehlikeliydi ve hâlâ da, insan yaşamının neden fedakârca olması gerektiğini—yani insandan daha büyük bir fikre sunulması gerektiğini—unutmuş bir uygarlığın en hayati ve yine en müşkül problemidir.”


Bu mücadelenin Avrupa’daki çalkantılara uygulanması bağlamında Dr. Jung, zihinsel çabanın hâlâ sürdüğünü, öyle ki artık alt tabakaların huzursuz olmadığı hiçbir uygar ülke kalmadığını, bazı Avrupa ülkelerinde de bu durumun üst tabakaları bile etkisi altına aldığını belirtti.


“Bu durum,” diye açıkladı, “psikolojik programımızın devasa ölçekte bir gösterimidir. Bu tür sorunlar ancak genel bir tutum değişikliğiyle çözülebilir. Bu değişiklik, bireylerdeki dönüşümle başlar. Ancak bu tür bireysel değişimlerin birikimi kolektif bir çözüm oluşturacaktır.”


Carl Jung’un Gölge Üzerine Düşünceleri

Psişenin Yapısı ve Dinamikleri (C.G. Jung’un Toplu Eserleri, Cilt 8)


II. Gölge


Kişisel bilinçdışının içeriği, bireyin yaşamı boyunca edinilirken; kolektif bilinçdışının içeriği, başlangıçtan beri var olan arketiplerdir.


Bunların içgüdülerle ilişkisi başka bir yerde ele alınmıştır.


Deneysel açıdan en belirgin biçimde tanımlanabilen arketipler, benlik (ego) üzerinde en sık ve en rahatsız edici etkiye sahip olanlardır.


Bunlar gölge, anima ve animustur.


Bunlar içinde en kolay erişilebilir ve deneyimlenmesi en kolay olanı gölgedir; çünkü onun doğası, kişisel bilinçdışının içeriğinden büyük ölçüde çıkarılabilir.


Bu kurala tek istisna, oldukça nadir olan ve kişiliğin olumlu niteliklerinin bastırıldığı; benliğin de bu nedenle özünde olumsuz ya da sakıncalı bir rol oynadığı durumlardır.


Gölge, tüm benlik-kişiliğe meydan okuyan ahlaki bir sorundur; zira hiç kimse, önemli bir ahlaki çaba göstermeden gölgenin bilincine varamaz.


Onun bilincine varmak, kişiliğin karanlık yönlerini mevcut ve gerçek olarak tanımayı gerektirir.


Bu eylem, her türlü öz-bilgi için gerekli koşuldur ve genellikle büyük bir dirençle karşılaşır. Gerçekten de, psiko-terapötik bir yöntem olarak öz-bilgi çoğunlukla uzun bir süreye yayılan titiz bir çalışma gerektirir.


Karanlık özelliklerin—yani gölgeyi oluşturan aşağılıkların—yakından incelenmesi, onların duygusal bir yapıya, bir tür özerkliğe sahip olduğunu ve dolayısıyla saplantılı ya da daha doğru ifadeyle “sahiplenici” bir niteliği olduğunu ortaya koyar.


Bu arada, duygu bireyin gerçekleştirdiği bir etkinlik değil, onun başına gelen bir şeydir.


Duygulanımlar (affect) genellikle uyumun en zayıf olduğu yerde ortaya çıkar ve aynı zamanda bu zayıflığın sebebini—yani belli bir aşağılık derecesini ve kişiliğin daha alt bir düzeyde var oluşunu—gözler önüne serer.


Bu daha alt düzeyde, denetimden çıkmış veya neredeyse hiç denetlenemeyen duygularla, kişi az çok bir ilkel gibi davranır; sadece duygularının pasif kurbanı olmakla kalmaz, ahlaki yargıda bulunma konusunda da son derece yetersizdir.


Her ne kadar bir ölçüde içgörü ve iyi niyetle gölgeyi bilinçli kişiliğe katmak mümkün olsa da, deneyim, gölgenin kimi özelliklerinin ahlaki denetime en katı şekilde direndiğini ve neredeyse etkilenemez olduğunu gösterir.


Bu dirençler genellikle, olduğu gibi kabul edilmeyen yansıtmalara (projeksiyonlara) bağlıdır; bunların tanınmasıysa, sıradanın ötesinde bir ahlaki başarıdır.


Gölgeye özgü bazı yönler, fazla zorluk çekmeden kişinin kendi kişisel özellikleri olarak tanınabilir; ancak bu durumda hem içgörü hem de iyi niyet işe yaramaz, çünkü duygunun kaynağı, her türlü şüphenin ötesinde, karşıdaki insanda görünür.


Tarafsız bir gözlemci için bunun projeksiyon meselesi olduğu ne kadar açık olursa olsun, öznenin bunu kendisinin fark etmesi pek olası değildir.


Duygusal açıdan yüklü projeksiyonlarını yönelttiği nesneden geri çekmeye razı olmadan önce, kişinin çok büyük bir gölgeye sahip olduğunu kabul etmesi gerekir.


Varsayalım ki belirli bir birey, projeksiyonlarını tanımaya hiçbir şekilde yanaşmıyor.


Bu durumda projeksiyon üreten etken serbest kalır ve bir nesnesi varsa onu gerçekleştirebilir ya da gücüne özgü başka bir durumu ortaya çıkarabilir.


Bildiğimiz üzere projeksiyonu yapan bilinçli özne değil, bilinçdışıdır.


Bu yüzden projeksiyonlarla karşılaşırız, onları isteyerek yapmayız.


Projeksiyonun etkisi, özneyi çevresinden yalıtmaktır; çünkü gerçek bir ilişki yerine artık yalnızca yanılsamalı bir ilişki vardır.


Projeksiyonlar, dünyayı kişinin kendi bilinmeyen yüzünün bir kopyasına dönüştürür.


Son tahlilde bu durum, kişinin sonsuza dek erişilemez bir gerçekliğin hayalini kurduğu otoerotik ya da otistik bir duruma götürür.


Ortaya çıkan “sentiment d’incompletude” (tamamlanmamışlık duygusu) ve daha da kötü olan “kısırlık” duygusu, projeksiyon aracılığıyla çevrenin kötü niyetiyle açıklanır; bu kısır döngü sayesinde yalıtım daha da yoğunlaşır.


Özneyle çevre arasına ne kadar çok projeksiyon yerleştirilirse, benliğin kendi yanılsamalarını görmesi o kadar zorlaşır.


Yirmi yaşından beri bir kompülsiyon (zorlantı) nevrozu geçiren ve dünya ile tüm bağlantısını koparmış kırk beş yaşındaki bir hasta bana bir keresinde şöyle demişti: “Hayatımın en iyi yirmi beş yılını boşa harcadığımı kendime asla itiraf edemem!”


Bir insanın hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını apaçık şekilde berbat etmesi, ancak yine de tüm bu trajedinin ne kadar kendisinden kaynaklandığını ve onu nasıl sürekli besleyip sürdürdüğünü görememesi sık sık trajik bir manzara yaratır. Tabii ki bu bilinçli olarak gerçekleşmez—çünkü bilinç düzeyinde, gitgide uzaklaşan vefasız bir dünyayı lanetlemek ve ona ağıt yakmakla meşguldür.


Aslında, onun dünyasını örten yanılsamaları dokuyan, bilinçdışı bir etkendir.


Ve dokunan şey, eninde sonunda onu bütünüyle saracak bir kozadır.


Böylesine çözülmesi çok zor, hatta imkânsız projeksiyonların kişiliğin olumsuz yanı olan gölge alanına ait olduğu varsayılabilir.


Fakat belli bir noktadan sonra bu varsayım geçersiz kalır; çünkü o anda beliren semboller artık aynı cinse değil, karşı cinse işaret eder—bir erkeğin durumunda kadına, kadının durumunda erkeğe.


Projeksiyonların kaynağı, artık her zaman özneyle aynı cinse ait olan gölge değildir; bunun yerine karşı cinse ait bir figürdür.


Bu noktada bir kadının animusuyla ve bir erkeğin animasıyla karşılaşırız—projeksiyonlarının inatçılığını, bu iki arketipin özerkliği ve bilinçdışılığı açıklar.


Gölge, her ne kadar mitolojide anima ve animus kadar bilinen bir motif olsa da, öncelikle kişisel bilinçdışını temsil eder; bu nedenle içeriği aşırı bir zorluk olmaksızın bilinçli hâle getirilebilir.


Bu bakımdan anima ve animustan ayrılır; çünkü gölge nispeten kolaylıkla görülebilir ve tanınabilirken, anima ve animus bilinçten çok daha uzaktır ve normal şartlarda nadiren—hatta hiç—gerçekleştirilmez.


Biraz öz-eleştiri ile gölgenin kişisel doğasını belli bir ölçüde anlamak mümkündür.


Ancak, gölge bir arketip olarak belirdiğinde, anima ve animusta olduğu gibi aynı güçlüklerle karşılaşılır. Diğer bir deyişle, kişinin doğasının göreceli kötülüğünü kabul etmesi pekâlâ mümkündür; ancak mutlak kötülüğün yüzüne bakmak, nadir ve sarsıcı bir deneyimdir.

~C.G. Jung, Psişenin Yapısı


Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 


Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page