Erich Neumann – Mistik İnsan
- Nazlı
- 29 Mar
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 Nis

Erich Neumann – Mistik İnsan
Mystical Man
Bu yazının konusu mistisizm değil, mistik insandır.
Burada genel olarak mistisizmle ya da onun kendini gösterdiği özel biçimlerle değil, mistik fenomenlerin taşıyıcısı olan insanla ilgileniyoruz.
Elbette mistik sürecin uç temsilcileri olan mistikleri anlamak başlıca görevlerimizden biridir, fakat bundan da öte, burada amacımız mistisizmin genel olarak insan için ne anlama geldiğini saptamaktır.
Sorunumuzu şu şekilde formüle edebiliriz:
Mistisizm ne ölçüde evrensel bir insanlık fenomenidir ve insan ne ölçüde homo mysticus’tur?
Bu açıklayıcı sözler, eğer siz benden tanıdık ya da daha önce duyulmamış mistik metinler alıntılamamı ya da bu tür metinleri yorumlamamı beklediyseniz hayal kırıklığı yaşamamanız içindir.
Ve belki de sizi, mistisizme dair mevcut tanımlara bir yenisini eklemeye kalkışmayarak da hayal kırıklığına uğratacağım, ama umuyorum ki sorgulamamızın sonunda “mistik” teriminin bu bağlamdaki anlamını tümüyle anlayacaksınız.
Bu ikili sınırlamaya uygun olarak, burada amacımız mistik bir teoloji değil, mistik bir antropoloji ortaya koymaktır.
İlk olarak, genel nitelikte bir sınırlama:
Modern insan, konumunun ve referans çerçevesinin göreliliğine dair temel bir deneyime sahiptir; bu da onu, önceki zamanların naifliğinin izin verdiği türden mutlak ifadeler kullanmaktan ilkesel olarak alıkoyar.
İkinci ve özel sınırlama şuradadır: Psikoloğun deneyimi yalnızca insanla sınırlıdır—ne eksik ne fazla—ve bu deneyimin sınırlarının ötesine geçmesi mümkün değildir.
Ancak bu ikili sınırlamayı fazlasıyla telafi eden şey, insanın psikolojik alanının—anthropos alanının—öylesine genişlemiş ve sorgulayan bilincimize öylesine muazzam görünmüş olmasıdır ki, her yolu izlesek bile onun sınırlarını bulmaktan neredeyse umudumuzu keseriz; yasası o denli derindir.
Fazlasıyla tanıdık olan şeyleri tekrar etme pahasına da olsa, bu bağlamda, insanın geçmişte dış dünya olarak deneyimlediği birçok şeyi artık modern insanın kendi içinde, iç dünya olarak tanıdığını belirtmeliyim.
Sadece ilkel insanın ruh yüklü yerleri ve hayvanları, ruhları ve şeytanlarıyla olan animizmi değil, paganizmin tanrıları da içsel psişik deneyimlerin projeksiyonları olarak anlaşılır hale gelmiştir.
Yahudi-Hristiyan dünyası ile Avrupa dışı dinsel sistemler—cennet ve cehennem hiyerarşileri ve onların tüm sakinleri, tanrılar ve ruhlar, melekler ve şeytanlar, kurtarıcılar ve ayartıcılar, başlangıç ve son, yaratılış, düşüş ve kurtuluş mitleriyle birlikte—artık bizim için, anthropos’un psikolojik iç dünyasında meydana gelen deneyimlerin projeksiyonları olarak anlaşılır hale gelmiştir.
Bu bilgi, elbette, şu genel yasayı takip eder: Bilincimizin bilgi sahibi olduğu, fakat bilinçdışı ve duygusal olarak derinden bağlı olmadığımız içerikleri projeksiyon olarak kavramak çok daha kolaydır; oysa bilinçdışımızın derinliklerinden kaynaklanan, duygularla doymuş içerikleri kavramak çok daha zordur.
İçinde doğan cennetler ve cehennemlerle çevrili anthropos imgesi, antik astrolojinin mandalasına benzer.
Ancak projeksiyon (yansıtma) fenomeni bir kez anlaşıldığında, insanın kozmos içindeki konumuna dair bu anlayış çok daha karmaşık hale gelir; plastiklikte (biçimsel açıklıkta) kaybettiğini dinamizmde kazanır.
Anthropos sistemine dair yeni anlayışımızda, merkezdeki anthropos—ortadaki insan—ile dünyanın onun çevresi olarak konumlandığı yapı arasında sürekli bir hareket vardır.
Dünya, bilinçdışının projeksiyonlarının aracı konumundadır ve insan egosunun gelişimiyle birlikte—ki bu ego, bu projeksiyonları dünyadan geri alır ve bilinçli hale getirir—hem kozmos hem de insan imajımız değişir.
İnsan ile dünya arasındaki ilişkinin ilerleyici değişimi, dünya görüşümüzdeki karşılık gelen bir değişimde kendini gösterir ve bu da anthropos’un eski mandalasına yeni bir dinamik bileşen getirir. Ama hepsi bu kadar da değildir; zira içsel olarak da anthropos, sürekli bir dönüşüm sürecinin içindedir.
Bu süreç, ego, bilinç ve bilinçdışı arasındaki karşılıklı ilişkiler üzerine kuruludur; yani kişiliğin, yaratıcı bilinçdışının kendiliğinden işleyişiyle, kendi merkezinden dışa doğru sürekli olarak değişmesi gerçeğine dayanır.
Dolayısıyla, anthropos sistemi içindeki dönüşümlerin nedeni insan psişesindedir.
İnsanı ve onunla birlikte dünyayı dönüştüren bu ilk yaratıcı hareket, dünyanın ve insanın değişkenliğini de içerir—ki bu da, insan varoluşunun kırılganlığı olarak deneyimlenir.
Yaratıcı bilinçdışının kendiliğinden, bağımsız ve yaratıcı yaşam gücünü harekete geçiren “yaratıcı hiçliğin” kaynağı yalnızca anthropos’un psikolojik alanı içinde yer almakla kalmaz, aynı zamanda onun tam merkezindedir.
Yaratıcı bilinçdışı sorunu—bu psikolojinin merkezi sorunu—aynı zamanda mistisizmin ve mistik insanın da merkezi sorunudur.
Yaratıcı süreç bilinç dışında gerçekleştiğinden, bu sürece ego sınırlarında yaşanan bir deneyim olarak bakmak gerekir; bu merkezi ve ilksel girdaba yaklaşmaya yönelik her girişim tehlikeli bir teşebbüstür.
Böyle bir teşebbüsün doğasında, onun nesnesinin bilincin doğrudan müdahalesiyle ele geçirilememesi vardır; bunun yerine, söz konusu merkeze bir tür ritüel etrafında dönerek, çok yönlü bir yaklaşımla ulaşmak gerekir.
Psikolojinin durumu bu nedenle böylesine paradoksaldir; çünkü bilgi öznesi olarak ego (bilincin merkezi) ile onun anlamaya çalıştığı nesne, yani psişe, birbirine geçmiş haldedir—her iki sistem de aynı kişilik yapısının parçasını oluşturur.
Bu sistemlerin birbirine bağımlılığı, birbirini içermesi ve aynı zamanda görece bağımsızlıkları temel psikolojik sorunları gündeme getirir.
Mistik fenomeni kapsama çabası da benzer bir zorlukla karşılaşır.
Burada da mistik deneyimin öznesi olan insan, karşısına hangi biçimde çıkarsa çıksın, nesnesiyle ayrılmaz ve paradoksal bir biçimde bağlantılıdır.
Mistik antropolojiden, yani insanın genel kuramının bir parçası olarak mistik insan öğretisinden söz ettiğimizde, mistisizme oldukça geniş ve—rahatlıkla söylenebilir ki—belirsiz bir perspektiften yaklaşıyoruz.
Mistisizmi yalnızca dinde ya da kesinlikle sadece ekstatik, tamamen içsel mistisizm biçiminde tanımıyoruz.
Bizim için mistik olan, psikolojik açıdan bakıldığında, insan deneyiminin temel bir kategorisidir ve bilinç henüz ego etrafında etkili bir biçimde merkezlenmemiş olduğunda ya da artık merkezlenemediğinde ortaya çıkar.
Mistik unsuru uroboros evresinde buluruz—bu, henüz sistematik bir bilincin oluşmadığı, özgün birliğin erken psikolojik aşamasıdır ve Lévy-Bruhl’ün participation mystique (mistik katılım) dediği olguyla tanımlanır.
İnsanın dünya ile, insanın grupla, egonun bilinçdışıyla iç içe geçtiği bu durumda, mistik unsur, egonun henüz ego olmayandan ayrılmamış olmasında kendini gösterir.
İlksel kozmik duyumsamada, yani bizim dış dünya dediğimiz şey ile iç psişe olarak adlandırdığımız şey iç içedir, birbirinden ayrılmaz.
Yıldızlar, ağaçlar ve hayvanlar, sınırlanmamış ego için, kabileden bir birey, bir çocuk ya da ebeveyn kadar psikolojik olarak yakındır; en yakındaki ile en uzaktaki—tanrı, hayvan ve insan—arasında gizemli bir bağ vardır.
Bu ilişki böylesine akışkan ve değişkendir çünkü ego, hâlâ her yerde ego olmayanla karıştırılabilir durumdadır.
Egonun ego olmayandan tam olarak ayrışmamış olması, insanlık psişesinde cennetsel bütünlüğün arketipi olarak yaşayan özgün uroboros hâlini tanımlar.
Egonun, kendi zorunlu gelişimi sonucunda içine düştüğü yalnız ve mutsuz hâli için bu kayıp çocukluk evresinin imgesi telafisi mümkün olmayan bir yitişin sembolüdür.
Bu imge elbette her zaman, egonun doğumundan önceki bir zamana yansıtılır; zira ego, doğası gereği acının ve eksikliğin taşıyıcısıdır.
Böylelikle, mükemmellik hâli filogenetik olarak insanlık tarihinin başlangıcına, yani baştaki bir cennete yerleştirilirken; ontogenetik olarak bireyin yaşamının başına, yani çocukluk cennetine yansıtılır.
Ama nasıl ki insanlığın özgün durumu Rousseaucu bir “doğal hâl” değildiyse ve ilkel halklar da hiçbir zaman “mutluluk adalarında” yaşamamışlarsa, aynı şekilde çocukluğun da cennet gibi ve mutlu olmadığını, aksine türlü sorunlar ve tehlikelerle dolu olduğunu biliyoruz.
Yine de, bu özgün durumun mükemmelliğini tasvir eden imgenin içinde ebedi bir hakikat kalır—bu imgenin bir yansıtma olduğunu anlasak ve içgörümüz, insanın ve dünyanın düşüşüne dair teolojik doktrine bu arketipin yanlış tarihsel yansımasına dayanan bir safsata olarak bakmamızı söylese bile.
Asıl soru, bu mükemmellik hâli idealinin insanlığı zehirlemesini nasıl engelleyeceğimizdir.
Zira ego’nun bilinç ve acıya doğru olan çetin, kahramansı yolu tekrar tekrar, egosuz bilinçdışının temsil ettiği bu mükemmel hâli arama ya da ondan ayrılmama cazibesinin büyüsüyle tehlikeye girer.
Modern insan için varoluş, dünya ve benlik; dışsal olan ile içsel olan—ve bu ikisi arasında yer alan ego—şeklinde ikiye bölünmüştür.
Uygarlık insanı için belirleyici olan bu bölünme, ancak çelişkileri ortaya koyan düzenleyici bilincin ortaya çıkmasıyla birlikte görünür hâle gelmiştir ve bu, bilinç gelişiminin incelenmesiyle gösterilebilir.
İnsanlığın gelişimi temelde ego’ya, bilinç ve bireyselliğe doğru bir evrimdir.
Bu yolun her adımı zorluklarla doludur ve acı getirir.
Ancak uzun tarihsel süreçler sonunda, insanlık, yaratıcı öncünün—büyük bireyin—izinden giderek, görece bağımsız bir ego’yu, bir bilinç sistemi merkezi olarak geliştirebilmiş; bireyselliği ve insan kişiliğini bir birlik olarak tanımlayan yapıları ise güçlükle kazanılmış ayrışmalar sayesinde oluşturabilmiştir.
"Fakat ego’ya, bireyselliğe ve bilince doğru gelişim, bilinçdışıyla amansız bir çatışma içindedir.
Bilinç oluşumu ve ego’nun sağlamlaşması, yalnızca bilinçdışının yutan güçleriyle verilen mücadeleyle mümkündür; bu da, uroboros aşamasından, yani bölünmemiş birlik ve mükemmellik cennetinden kopmayı gerektirir.
Dolayısıyla, insanlığın kahramanca yolu—ki eksikliklerine rağmen gerçekten kahramancadır—açıklığa, ayrımlaşmaya ve ego’nun sorumluluk sahibi farkındalığına giden yoldur."
~Erich Neumann, Mystical Man, Sayfa 375–379
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments