Carl Jung Gölge Üzerine
- Nazlı
- 19 Mar
- 9 dakikada okunur

Carl Jung Gölge - Alıntılar
Ne yazık ki, insanın genellikle kendini hayal ettiğinden veya olmak istediğinden daha az iyi olduğu konusunda hiçbir şüphe olamaz. Her insan bir gölge taşır ve bu gölge bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az yer alırsa, o kadar karanlık ve yoğun olur. Eğer bir aşağılık duygusu bilinçliyse, bunu düzeltme şansı her zaman vardır. Dahası, bu duygu sürekli olarak diğer ilgi alanlarıyla temas halindedir, dolayısıyla sürekli değişime uğrar. Ancak bastırılır ve bilinçten yalıtılırsa, hiçbir zaman düzeltilmez.
— “Psikoloji ve Din” (1938). CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 131
İnsanın, yalnızca küçük zaaflardan ve eksikliklerden değil, aynı zamanda olumlu anlamda şeytani bir dinamizmden oluşan bir gölge tarafının da olduğu düşüncesi korkutucudur. Birey bu durumun farkında bile değildir; bireysel olarak, herhangi bir durumda kendisini aşabileceğini inanılmaz bulur.
Ancak bu zararsız varlıklar bir kitle oluşturduğunda, ortaya öfkeli bir canavar çıkar; her birey bu canavarın bedeninde yalnızca küçük bir hücre haline gelir ve iyi ya da kötü, onun kanlı saldırılarına katılmak ve hatta ona mümkün olan en büyük yardımı sağlamak zorunda kalır. İnsan, bu korkunç olasılıkların karanlık bir şüphesi içinde, insan doğasının gölge tarafına gözlerini kapatır.
Fakat yine de ilk günah dogmasına karşı savaşır, oysa bu dogma olağanüstü derecede doğrudur. Evet, hatta içinde acıyla farkında olduğu çatışmayı bile kabul etmekte tereddüt eder.
— “Bilinçdışının Psikolojisi Üzerine” (1912). CW 7: Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme, s. 35
Biliyoruz ki, en vahşi ve en sarsıcı dramalar tiyatroda değil, dikkat çekmeden yanımızdan geçen sıradan erkek ve kadınların yüreklerinde oynanır. Onlar, içlerinde kopan fırtınaları dünyaya hiç belli etmezler—belki de sadece bir sinir krizi geçirerek.
Sıradan bir insan için kavraması en zor şey, hastaların çoğunun, bilinçdışlarında süren bu yıkıcı savaştan hiçbir şekilde haberdar olmamasıdır.
Eğer birçok insanın kendileri hakkında hiçbir şey anlamadığını hatırlarsak, bazı insanların kendi gerçek çatışmalarının tamamen farkında olmamasına o kadar da şaşırmayız.
— “Psikolojide Yeni Yollar” (1912). CW 7: Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme, s. 425
Eğer tüm projeksiyonlarını geri çekmeye cesaret edecek kadar cesur birini hayal ederseniz, oldukça yoğun bir gölgenin farkında olan bir birey elde edersiniz. Böyle bir kişi kendisine yeni sorunlar ve çatışmalar yüklemiştir. Artık “onlar bunu yapıyor,” “onlar hatalı,” ve “onlarla savaşılmalı” diyemez. O, “Toplanma Evi”nde yaşamaktadır.
Böyle biri, dünyada yanlış olan her şeyin aslında kendi içinde olduğunu bilir ve yalnızca kendi gölgesiyle baş etmeyi öğrenirse, dünya için gerçekten bir şey yapmış olur. O, en azından çağımızın devasa ve çözülememiş toplumsal sorunlarının sonsuz derecede küçük bir kısmını omuzlamayı başarmıştır.
— “Psikoloji ve Din” (1938). CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 140
Bir insanın ne olduğu ile neyi temsil ettiği, birey olarak kimliği ile kolektif varlık olarak kimliği arasında derin bir uçurum vardır. Onun işlevi, bireyselliği pahasına gelişir. Eğer mükemmel bir şekilde başarılı olursa, yalnızca kolektif işleviyle özdeşleşmiş olur; ancak başarısız olursa, toplumda işlevi nedeniyle çok yüksek saygı görebilir, ancak bireyselliği gelişmemiş, aşağı seviyededir ve yalnızca bir barbar olur. Birinci durumda ise, kendini mutlu bir şekilde kendi gerçek barbarlığına karşı kandırmıştır.
— “Psikolojik Tipler” (1921). CW 6, s. III
Gölge, en derin anlamıyla, insanın hâlâ arkasında sürüklediği görünmez bir sürüngen kuyruğudur. Özenle kesildiğinde, gizemlerin iyileştirici yılanına dönüşür. Yalnızca maymunlar onunla gösteriş yapar.
— “Kişiliğin Bütünleşmesi” (1939)
Aksi takdirde, insanın gece ve gündüz, yaz ve kış gibi kozmosa benzer bir ayrım yaparak parlak bir gündüz dünyası ile efsanevi canavarlarla dolu karanlık bir gece dünyası arasında bir bölünme oluşturmayı nasıl akıl etmiş olabileceğini açıklamak mümkün olmazdı. Bu ayrımın bir prototipi, insanın kendisinde, bilinç ile görünmez ve bilinemez bilinçdışı arasındaki kutuplulukta bulunmaktadır.
İlkel insanın nesneleri algılayışı, yalnızca kısmen nesnelerin nesnel davranışları tarafından belirlenir; bunun yanında, çoğu zaman, dış nesnelerle yalnızca projeksiyon yoluyla bağlantılı olan içsel psikolojik olgular çok daha büyük bir rol oynar. Bunun nedeni basittir: İlkel insan, bizim bilgi eleştirisi olarak bildiğimiz zihinsel çileyi henüz deneyimlememiştir. Onun için dünya, kendi hayal gücü akışı içinde daha az ya da çok akışkan bir fenomendir; burada özne ve nesne ayrışmamıştır ve birbirleriyle iç içe geçmiş bir halde bulunmaktadır.
— “Anne Arketipinin Psikolojik Yönleri” (1939), CW 9, Bölüm 1: Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı, s. 187
Geçmişimizi yanımızda taşırız; yani, arzuları ve duygularıyla ilkel ve aşağı bir insan hâlâ içimizdedir ve ondan tamamen kurtulmak büyük bir çaba gerektirir. Eğer mesele bir nevroza kadar varırsa, her zaman oldukça yoğunlaşmış bir gölgeyle uğraşmak zorunda kalırız. Böyle bir kişi iyileşmek istiyorsa, bilinçli kişiliği ile gölgesinin birlikte yaşayabileceği bir yol bulmak gerekir.
— “Eyüp’e Yanıt” (1952), CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 12
Dünya her zaman olduğu gibidir, ancak bilincimiz garip değişimler geçirir. İlk zamanlarda (ve hâlâ günümüzde yaşayan ilkel topluluklarda gözlemlenebilir şekilde), psişik yaşamın esas kısmı görünüşe göre hem insan hem de insan olmayan nesnelerdeydi; bugünkü ifadeyle, dışa projekte ediliyordu. Bilinç, tamamen projeksiyon hâlinde neredeyse var olamazdı; olsa olsa bir duygu yığını olurdu.
Projeksiyonların geri çekilmesiyle bilinçli bilgi yavaş yavaş gelişti. Merak uyandırıcı bir şekilde, bilim astronomik yasaların keşfiyle başladı ve dolayısıyla, en uzak projeksiyonların geri çekilmesiyle. Bu, dünyanın ruhsuzlaştırılmasının (despiritualization) ilk aşamasıydı. Bunu bir adım daha izledi: Antik çağda bile tanrılar dağlardan, nehirlerden, ağaçlardan ve hayvanlardan geri çekildi. Modern bilim, projeksiyonlarını neredeyse fark edilemeyecek derecede inceltmiştir, ancak gündelik yaşamımız hâlâ onlarla doludur.
Onları gazetelerde, kitaplarda, söylentilerde ve günlük sosyal dedikodularda yayılmış olarak bulabilirsiniz. Gerçek bilgimizdeki tüm boşluklar hâlâ projeksiyonlarla doldurulmaktadır. Başkalarının ne düşündüğünü ya da onların gerçek karakterini bildiğimizden hâlâ emin olmaya devam ediyoruz.
— “Psikoloji ve Din” (1938), CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 140
Sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldığımızda, içgüdüsel olarak karanlığa ve belirsizliğe götüren yolu denemeye direnç gösteririz. Yalnızca kesin sonuçları duymak isteriz ve bu sonuçların ancak karanlığa dalıp, oradan yeniden çıktığımızda elde edilebileceğini tamamen unuturuz. Ancak karanlığı delip geçmek için, bilincin sunabileceği tüm aydınlanma güçlerini çağırmamız gerekir.
— “Hayatın Evreleri” (1930), CW 8: Psişenin Yapısı ve Dinamikleri, s. 752
İnsanın olması gereken ama olamadığı ya da yapması gereken ama yapamadığı her şey—bu ister olumlu ister olumsuz anlamda olsun—bilincinin yanında bir mitolojik figür ve beklenti olarak var olmaya devam eder; ya dini bir projeksiyon olarak ya da (daha da tehlikelisi) bilinçdışı içerikler olarak, ki bunlar kendilerini uygunsuz nesnelere projekte ederler. Örneğin, hijyen ve diğer “kurtuluşçu” (salvationist) doktrinler veya uygulamalar gibi. Bunların hepsi mitolojinin akılcı ikameleridir ve bu doğallıktan uzak yaklaşımlar faydadan çok zarar getirir.
— “Çocuk Arketipinin Psikolojisi” (1940), CW 9, Bölüm 1: Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı, s. 287
Kahramanın en büyük başarısı, karanlıklar canavarını yenmektir; bu, bilincin bilinçdışı üzerindeki uzun zamandır beklenen ve umulan zaferidir. Bilincin doğuşu, muhtemelen ilkel çağların en muazzam deneyimiydi; çünkü bu sayede, daha önce kimsenin varlığını bile tahmin etmediği bir dünya ortaya çıktı. “Ve Tanrı dedi ki: ‘Işık olsun’” sözü, bilincin bilinçdışından ayrılmasına dair ezelden beri var olan bu deneyimin bir projeksiyonudur.
— “Çocuk Arketipinin Psikolojisi” (1940), CW 9, Bölüm 1: Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı, s. 284
Sembol yaşayan bir bedendir, corpus et anima; bu yüzden "çocuk" sembol için bu kadar uygun bir formüldür. Psişenin eşsizliği hiçbir zaman tamamen gerçekliğe giremez, ancak yaklaşık olarak gerçekleştirilebilir; yine de tüm bilincin mutlak temeli olarak kalır. Psişenin daha derin "katmanları", karanlığa doğru geri çekildikçe bireysel benzersizliklerini kaybederler.
Aşağıya indikçe, yani otonom işlevsel sistemlere yaklaştıkça, giderek daha kolektif hale gelirler ve en sonunda bedenin maddeselliği içinde, yani kimyasal maddelerde evrenselleşerek yok olurlar. Bedenin karbonu yalnızca karbon’dur. Bu yüzden en temelde psişe aslında “dünya”dır. Bu anlamda, Kerenyi’nin, “sembolde dünyanın kendisi konuşur” dediğinde tamamen haklı olduğunu düşünüyorum.
Bir sembol ne kadar arkaik ve "derin", yani ne kadar fizyolojik olursa, o kadar kolektif ve evrensel, dolayısıyla o kadar "maddesel" olur. Ne kadar soyut, farklılaşmış ve belirlenmiş olursa ve doğası bilinçli bireyselliğe ne kadar yaklaşırsa, evrensel karakterini o kadar geride bırakır. Nihayet tam bilince ulaştığında, bilinçli kavrayışın sınırlarını aşamayan ve böylece her tür rasyonalist ve dolayısıyla yetersiz açıklamaya maruz kalan basit bir alegoriye dönüşme riski taşır.
— “Çocuk Arketipinin Psikolojisi” (1940), CW 9, Bölüm 1: Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı, s. 291
Kadındaki erkeksi yan ve erkekteki dişil yan aşağı seviyededir ve kişiliğin tam değerinin, daha az değerli bir şey tarafından kirletilmesi üzücüdür. Öte yandan, gölge kişiliğin bütünlüğüne aittir: güçlü adamın bir yerlerde zayıf olması, zeki adamın bir yerlerde aptal olması gerekir; aksi takdirde, gerçek olamayacak kadar mükemmel olur ve bir poz veya aldatmacaya dönüşür.
Kadının güçlü bir adamın zayıflıklarını, zeki bir adamın ise zekâsından çok aptallığını sevdiği, eski bir gerçek değil midir?
— “Erkekte Anima’nın Kader Problemi” (1963), CW 18, s. 261
Çok uzun süre çocuk kalmak çocuksuluk olur, ancak uzaklaşmak ve sonra da çocukluk artık var değilmiş gibi davranmak da aynı derecede çocuksudur. Ama eğer “çocukların ülkesine” geri dönersek, çocukça olmaktan korkarız; çünkü psişik kökenli her şeyin çift yönlü olduğunu anlamayız. Bir yüzü ileriye, diğer yüzü geriye bakar. Bu yüzden ambivalan ve dolayısıyla simgeseldir, tıpkı tüm yaşayan gerçeklik gibi.
— “Psikoloji ve Simya” (1944), CW 12, s. 74
Hayır, şeytanlar kovulmadı; bu hâlâ önümüzde duran zor bir görev. Tarihin meleği artık Almanları terk ettiğine göre, şeytanlar yeni bir kurban arayacaktır. Ve bu zor olmayacaktır. Gölgesini kaybeden her insan, kendi doğruluğuna körü körüne inanan her millet, onların avıdır… Unutmamalıyız ki, kolektifleşmeye yönelik aynı ölümcül eğilim, Almanya'da olduğu gibi, zafer kazanan uluslarda da mevcuttur ve onlar da bir anda aynı şeytani güçlerin kurbanı olabilirler.
— “Almanların Savaş Sonrası Psişik Sorunları” (1945)
Dünyanın gördüğümüz gibi olduğunu varsaymaya ne kadar eğilimliysek, insanları da hayal ettiğimiz gibi olduklarını sanmaya o kadar eğilimliyiz. Ne yazık ki, bu ikinci durumda, algı ve gerçeklik arasındaki tutarsızlığı kanıtlayacak bilimsel bir test yoktur. Fiziksel dünyaya ilişkin algımızda büyük bir aldanma ihtimali sonsuz derecede daha yüksek olmasına rağmen, hâlâ bilinçsizce kendi psikolojimizi diğer insanlara yansıtmaya devam ederiz. Bu şekilde herkes, özünde projeksiyonlara dayalı, az ya da çok hayali ilişkiler serisi yaratır.
— “Rüya Psikolojisinin Genel Yönleri” (1916), CW 8: Psişenin Yapısı ve Dinamikleri, s. 507
Kolektif güçlerin ani yükselişiyle ortaya çıkan karakter değişimi şaşırtıcıdır. Nazik ve makul bir insan, bir anda bir manyağa ya da vahşi bir yaratığa dönüşebilir. İnsanlar her zaman suçu dış koşullara yüklemeye meyillidir, ancak içimizde bulunmayan bir şey patlayamazdı.
Gerçekte, sürekli olarak bir volkanın kenarında yaşıyoruz ve bildiğimiz kadarıyla, menzili içindeki herkesi yok edecek olası bir patlamadan korunmanın hiçbir yolu yok. Akıl ve sağduyunun vaaz edilmesi kesinlikle iyidir, ancak dinleyiciniz bir akıl hastanesi veya kolektif çılgınlığa kapılmış bir kalabalıksa ne yapabilirsiniz? Çılgın bir insan ile histerik bir topluluk arasında pek bir fark yoktur; çünkü her ikisi de kişisel olmayan, ezici güçler tarafından harekete geçirilir.
— “Psikoloji ve Din” (1938), CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 25
Demir Perde’nin ötesinde bize öfkeyle bakan kendi gölgemizden başkası değildir.
— “İnsan ve Sembolleri”, CW 18, s. 85
Kolektif bilinçdışının içerikleri etkinleştiğinde, bilinçli zihin üzerinde rahatsız edici bir etki yaratırlar ve kafa karışıklığı ortaya çıkar. Eğer bu aktivasyon, bireyin umutlarının ve beklentilerinin çöküşünden kaynaklanıyorsa, kolektif bilinçdışı gerçeğin yerini alabilir ve bu durum patolojik hale gelebilir.
Öte yandan, eğer aktivasyon, halkın bilinçdışında gerçekleşen psikolojik süreçlerin bir sonucuysa, birey tehdit altında hissedebilir ya da en azından yönünü kaybetmiş hissedebilir; ancak bu durum en azından bireysel düzeyde patolojik değildir. Yine de, toplumun genel zihinsel durumu bir tür psikozla karşılaştırılabilir.
— “Ruhlara İnanışın Psikolojik Temelleri” (1920), CW 8: Psişenin Yapısı ve Dinamikleri, s. 595
Bireysel ego, çevresiyle savaşında küçük bir ordunun komutanı olarak düşünülebilir—ve bu savaş çoğu zaman iki cephede birden yürütülür: Ön tarafta varoluş mücadelesi, arka tarafta ise bireyin kendi isyankâr içgüdüsel doğasına karşı savaşı. En iyimserlerimiz için bile, varoluş bir mücadeleden çok daha fazlası gibi hissettirmez. Barış hali arzulanan bir durumdur ve bir insan kendisiyle ve dünyayla barış bulduğunda, bu gerçekten dikkate değer bir olaydır.
— “Analitik Psikoloji ve Dünya Görüşü” (1928), CW 8: Psişenin Yapısı ve Dinamikleri, s. 693
Eğer bir insan etik bir duyarlılığa sahip ve etik değerlerin kutsallığına inanıyorsa, kaçınılmaz olarak bir görev çatışmasının eşiğindedir. Ve bu, ne kadar ahlaki bir felaket gibi görünse de, yalnızca bu çatışma daha yüksek bir etik farklılaşmayı ve bilinç genişlemesini mümkün kılar. Bir görev çatışması, insanı vicdanını incelemeye zorlar ve böylece gölgesini keşfetmesini sağlar.
— “Derinlik Psikolojisi ve Yeni Bir Etik” (1949), CW 18, s. 17
Gölge, tüm ego kişiliğini zorlayan bir ahlaki sorundur; çünkü hiç kimse önemli ölçüde ahlaki bir çaba göstermeden gölgenin farkına varamaz. Onun bilinçli hale getirilmesi, kişiliğin karanlık yönlerini gerçek ve var olan şeyler olarak kabul etmeyi gerektirir. Bu eylem, her türlü kendini bilmenin temel koşuludur.
— Aion (1951), CW 9, Bölüm II, s. 14
Bir insanı kendi gölgesiyle yüzleştirmek, ona kendi ışığını göstermek demektir. İnsan birkaç kez zıtlıklar arasında yargılayıcı bir şekilde durmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimlediğinde, benliğin (self) ne anlama geldiğini kavramaya başlar. Kendi gölgesini ve ışığını aynı anda gören kişi, kendini iki yönden görür ve böylece ortada kalır.
— “Analitik Psikolojide İyilik ve Kötülük” (1959), CW 10: Geçiş Halindeki Uygarlık, s. 872
Batı teozofisinin karakteristik özelliği, bilinçli zihni ideal kavramlarla doldurmaktır, ancak gölgeyle ve karanlık dünyayla yüzleşmeyi içermez. İnsan, ışık figürlerini hayal ederek aydınlanmaz; karanlığı bilinçli hale getirerek aydınlanır.
— “Felsefi Ağaç” (1945), CW 13: Simyasal Çalışmalar, s. 335
Kendinin farkında olmayan bir adam, körü körüne, içgüdüsel bir şekilde hareket eder ve aynı zamanda, içinde bilinçli olmadığı her şeyi dışarıda komşusuna projekte ettiğinde ortaya çıkan yanılsamalar tarafından kandırılır.
— “Felsefi Ağaç” (1945), CW 13: Simyasal Çalışmalar, s. 335
“Diğer” kişi, bir yönüyle ne kadar tek taraflıysa, ego da başka bir yönüyle aynı derecede tek taraflı olabilir. Ancak aralarındaki çatışma, yalnızca ego diğerine hak ettiği kişiliği tanımaya istekli olduğunda, hakikatin ve anlamın ortaya çıkmasına neden olabilir.
— “Yeniden Doğuş Üzerine” (1940), CW 9, Bölüm 1: Kolektif Bilinçdışının Arketipleri, s. 237
İyilik, abartıldığında daha iyi hale gelmez, aksine kötüleşir; aynı şekilde, küçük bir kötülük görmezden gelindiğinde ve bastırıldığında büyük bir kötülüğe dönüşür. Gölge, insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır ve yalnızca gece olduğunda gölgeler kaybolur.
— “Teslis Dogmasına Psikolojik Bir Yaklaşım” (1942), CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu, s. 286
Biliyoruz ki, en vahşi ve en etkileyici dramalar tiyatroda değil, hiçbir dikkat çekmeden yanımızdan geçen sıradan erkek ve kadınların kalplerinde oynanır. Onlar, içlerinde kopan fırtınaları dünyaya hiç belli etmezler—belki de sadece bir sinir krizi geçirerek.
Sıradan bir insan için kavraması en zor şey, hastaların çoğunun bilinçdışlarında süren bu yıkıcı savaştan hiçbir şekilde haberdar olmamasıdır. Eğer birçok insanın kendileri hakkında hiçbir şey anlamadığını hatırlarsak, bazı insanların kendi gerçek çatışmalarının tamamen farkında olmamasına o kadar da şaşırmayız.
— “Psikolojide Yeni Yollar” (1912), CW 7: Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme, s. 425
Gerçekte, insan doğasının gölge tarafını kabul etmek neredeyse imkânsızdır. Bir an için, mantıksız, anlamsız ve kötü olanın var olma hakkını tanımak ne anlama gelir, bunu düşünün! Ve yine de modern insan tam da bunu talep eder. Kendi varlığının her yönüyle yaşamak, kim olduğunu bilmek ister. İşte bu yüzden tarihi bir kenara atar. Hayatıyla deney yapabilmek ve şeylerin değerini ve anlamını, geleneksel varsayımlardan bağımsız olarak belirleyebilmek için gelenekle bağlarını koparmak ister.
— “Psikoterapist mi, Din Adamı mı?” (1932), CW 11: Psikoloji ve Din: Batı ve Doğu
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comentarios